Bir Yığın Yapmacık Çocuk

KALEMYA EDEBİYAT MAHKEMESİ

DAVACI:  Porthos

DAVALI: Seçkin Gündüz (Semaver, Sayı 4)

EDEBİYAT ADINA

K A R A R

Semaver’in bu sayısı vasatın altında. Sanki, arkadaşlar hadi çızıktırın bir şeyler de bir sayı çıkartalım, denilip de zoraki hazırlanmış. Aylık dergilerde bu olur da, iki ayda bir yayınlanan dergiler biraz daha titiz olmalı bu meselede. Görece iyi olan Bülent Gündoğan imzalı “Kanayaduran Aşklar Ezgisi” adlı öyküdeki bazı ifadeler hoşunuza gidiyor. Zaten kelime seçimleri de güzel yazarımızın.  Nihan Işıker’in “Anlıktırkaranlık” öykümsüsü de iyi sayılır; onu da cümle terkipleri okutuyor. Bu sayının en güzel öyküsü Ahmet Karacan tarafından yazılmış olan “Satılık Adam”. Gerçi “doğu öykücülüğü”nü anımsatıyor, mesajlar mancınıklarla üzerimize üzerimize geliyor fakat bunu iyiye yakın bir seviyede kotarabilmiş yazar. Emrah Koçak’ın yazdığı “Çay Sevmeyen Martı”nın konusu güzel. Martı öyküsünün kendisi de iyi fakat geçişlerde durup düşünmeyi unutmuş herhalde. Hoop bir orada, bir buradayız. Çekirge misali. Muhammet Erdevir’in “Yenilginin Kıyısında” adlı öyküsünde ise anlatmaya çalışılan anlatılamıyor, sezdirilmesi gereken sezdirilemiyor. Şekli sorunlarla didişen bir öykü. Derginin “imtiyaz sahibi” Baki Karcı reyizin İnci Aral incelemesi ise klişeler girdabında boğulmuş, sanki ilk defa kalem oynatan biri tarafından yazılmış. (Bu, aslında, Semaver’in genel sorunu maalesef). Meral Afacan Bayrak ile yapılan söyleşi de yazarın kendi öyküsü de seviyeyi yerlere çalıyor. Sırf dergiye bir “söyleşi” koyulacak diye kasmaya gerek yoktu yani. Yaşar İlhan’ın “Özlenen Dem”i ise sıkıcı bir üslupla, aşırı ayrıntılarla bezenmiş, gereksiz bir duygusallıkla boyanmış. Bir an dedim, ne oluyoruz ey aşıklar. Eğer Seçkin Gündüz’ün “Kestane Çocuk”unu eleştirmeyecek olsaydım, kesinlikle onu ele alacaktım.

semaver 4Çok kısaca öykü konusundan bahsedeyim ve uzun sürmeyecek eleştirimi de ardına kondurayım. Bir çocuğun doğayla bütünleşmesini ele alıyor öykü. (Ağaçlarla falan konuşuyor örneğin). Muhtemelen ebeveynlerinden yalnızca birisi hayatta olan ve o da öykünün geçtiği zaman diliminde ölmüş bulunan bir sıbyanın oyun oynasın diye evden (cenaze evinden) gönderilmesiyle başlayan öykü onun iç sesleriyle sürdürülüyor ve gün bitimiyle noktalanıyor. Daha doğrusu, “Yoksa kestane mi olsaydım” diye düşünedururken sonunda kestane olmasıyla bitiyor. Fantastik ögeler ve ana izlek pek başarısız değil, ama kalan tüm öykü fecaat.

Monolog ve diyalogları o kadar banal ve irite edici ki öykü kahramanı olan o çocuğun masumiyeti bile kurtaramıyor durumu. Örneklerle anlatayım:

“Bir daha”, diyorlardı, “bir daha oynayalım. Güneş yeni battı.”

“Sen ebe ol.”

“Yo, sen, sen!”

Gülüşerek ayrıldılar. “Yarın yine burada,” diye bağrışıyorlardı.

“Bildikleri bütün oyunları oynadık,” diye fısıldadı. Kendi kendine konuşmamalıydı; ‘Daha da biliyorlar mı? Hepsini oynadık mı?’

Biz de çocuk olduk, böyle mi döner muhabbet Allasen? “Yarın yine burada” denmez benim bildiğim, çekip gidilir. Hani, “Canım Kardeşim” filminde Kahraman, öleceği haberini misket oynadığı arkadaşına veriyor da o da ölünce misketlerini ona verip vermeyeceğini soruyor ya, işte çocuk beyni öyle işler. Basit, naif. Planlama yoktur. Kapitalist mantalite yoktur. Zaman yoktur. Buradaki durum ise bunun tam zıttı. İkincisi şu:

“kahkahalarım… yamaçtan dalga dalga kestaneliye yükselsin… Tan… öğle… akşam… gece… gün dedikleri bu mu… sorsun, gitsin sorsun…’

Bir çocuk gerçekten şöyle düşünebilir mi? Ben şahsen -kuş kadar beynimle de olsa bir yetişkin olarak- bu kadar zaman kavramını bir anda düşünemiyorum, çocuk nasıl düşünsün “tan” vaktini. Öyküye de bir “Tan Baskını” gerek belli ki. Neyse. Bunların hiçbir doğallığı yok. Madem çocuk ağzını verme kabiliyetinden yoksun yazar, niçün girişir buna? Sadece elöyküsel olarak yazsa daha iyi olmaz mıydı? Madem tutamıyor kendini, dizginleyemiyor atları, o şekilde kurgulasaydı. Anlatım biçimiyle ilgili bir örnek daha vermek istiyorum. Hele şuna gelin, anlatıcı savaşına bakınız. Noktalamasını dahî aynen yazıyorum.

“Daha dün! Kaç gündür! Buraya geldiğimizden bu yana… Değil uzaklara gitmek kapıdan dışarıya adım attırmıyorlardı. Oysa bu sabah! Sarsarak uyandırıp, ‘Haydi çık; git, oyna,’dediler. Yıldızlar silik silikti. Sokakta kim olur ki” Birden gülümsedi, ‘Olsun… Çok geçmeden arkadaş buldum ya…’ Elinde olmadan gülümsemişti.

Nereden başlayacağımı bile bilmiyorum. Fakat şöyle diyeyim. İlk cümlelerde bir zihin akışı var (gibi-msi), doğal olarak birinci tekil şahıs kullanıyor. Tamam, uygun. Karakterin hayıflanmasıyla devam edelim. Ona da tamam. Gerçi orada, elöyküsel bir anlatım mı var, protagonist mi belli değil, orası muğlak. Hadi tamam, kurcalamayalım.  “Yıldızlar silik silikti”de iş kopuyor asıl. Nereden nereye. “Birden gülümsedi” de bunu taçlandırıyor. Al bi’ de burdan yak! Yazarımız maden mühendisi malum, anlatıcıyı bulmak için ta cümlelerin dibini magmaya kadar kazmak lazım. Sadece bu pasajda bile raks eden zaman kiplerini de artık siz düşünün. Bunu geçiyorum, yeter, şimdi sıra kelimelerinde.

TDK bize her ay belli bir miktar ücret ödediği için, bu konuda da yanlışları bulup söylemekle muvazzafız malumunuz olduğu üzere. Varan 1: “İşaret parmağı” olarak yazılmıyor muydu, bitişik yazılmasının sebebi nedir? Unutulmuş mu editöryal problemler mi? Şiirde tabii at koşturmak kolay, harf unutsan üslup çıkardı derler. (Aklıma nedense “Natama” geldi) Öyküde bunu yapmak abes. Hee, yaparsın ve bu gerçekten de yazım tarzının bir yansımasıdır, amenna, ama burada olmamış. Açıkça yanlış işte. Varan 2:  “Bugünün dünden ayrıcalığı”. Bu nedir Allah aşkına? Farklı bir tamlama uğruna katl-i kelam caiz midir? Ne demek ayrıcalığı? Yerine bi’ “imtiyaz” koyun bakayım, mantıklı geliyor mu? (Uff tamam, biliyoruz herhalde her kelimenin farklı olduğunu) Yazar yazmış, ama düşünmemiş. Öykünün şiire benzemediğini bilememiş yahut hiç önemsememiş. Yazar burada kelimeye farklı bir mana vermek istemiş zamazingolarına girmeyin lütfen, yemezler. Sitemizdeki son eleştiride Aramis’in yakındığı gibi, şairimsi-öykücümsü karışımı bir durum söz konusu burada da. Keşke bunun yerine şiir yazsaydı yazar. Keşke sadece şiir yazsaydı. Benden bu kadar, yapmacık şeylerle gelmeyin bana.

Balizarde affetmez!

Yazı: Mikro Öyküler, Hiç Düşünülmemiş

KALEMYA EDEBİYAT MAHKEMESİ

DAVACI: Athos

DAVALI: Mustafa İbakorkmaz (Semaver, Sayı 3)

EDEBİYAT ADINA

K A R A R

Semaver, çok az daha olsa ilerleme kaydediyor. İçerisinde çok amatör hikayeciler olsa da Deniz Dengiz Şimşek (aralarında en iyi yazan kişidir), Ayhan Emir Yolcu ve biraz daha uğraşsa Hasan Topçu’nun öyküleri iyi denilebilecekler arasında. Mehmet Hameş’in betimlemelerinde kendisini kontrol edemediği ve ana-izleksiz bir şekilde saldım çayıra mevlam kayıra yazması sayıyı sığlaştırmış. “Refik Halid’in Hikayesi” başlıklı Mustafa Uçurum imzalı kısa inceleme de ilkokul çocukları için hazırlanmış, özellikle 3. sınıflara hitap ediyor. Ercan Köksal’ın “Merhamet Dilenen İhtiyar” adlı öyküsü de aynı şekilde derinlikten yoksun. Derginin imtiyaz sahibi Baki Karcı’nın “İhtilal’in Çocukları” adlı bağlantıları başarısız, mübalağanın dibine vurmuş, çocuk psikolojisinin yanına dahi uğrayamamış öyküsü ise benim için hayal kırıklığıydı. Dramatizasyonun bu kadar bokunu çıkartmamak lazım. Deniz Dengiz Şimşek’in “Ah Davut” adlı öyküsü ise başarılı. Zaten kendisinin diğer öyküleri de güzeldi. Ayhan Emir Yolcu’nun öykülerini ise takip etmiyorsanız başarılı tümcelerinden yoksun kalırsınız. Bu yazının konusu ise  Mustafa İbakorkmaz’ın mikro öyküleri ile alakalı. Bu arada bizden gelen eleştirilere kulak tıkayan hatta kendilerine bunu duyurmamızdan hayli rahatsız olan dergi editörünü de gönülden tebrik ediyorum. Eleştiriden korkan editörler edebiyatın yüz karasıdır.

Semaver-3Öncelikle, bilmeyenler için, İbakorkmaz “şair” olarak isim yapmış birisi. “İlayda” ve “Beyt’ül-Ahzan” adlı şiir kitapları yayımlanmış. “Risale-i Dürr’iye” adlı bir anlatısı da var. Fakat benim (ve bizim) için diğer çalışmaların önemi yok, biz sadece incelediğimiz metne bakarız. Öykü eleştirisine gelince, Semaver’in 3. sayısındaki “Bir Dakikalık Öyküler”i dört tane mikro öyküden oluşuyor. “Kıyı” adlı öyküde ırmak kenarında yürüyen karakter izmariti ırmağa fırlatır ve ırmak alev alır. Tüm denizin yanmasından sorumlu olacağını düşünen kişi bunu söndürme telaşına düşer. “Mat” adlı öyküde satranç oynayan ana karakter  fil onu korurken atına hamle yaptırır, “Şah” çeker. “Vitrin”de iki fahişe sarraf dükkanın camından birbirlerine takıları gösterirler ve yüzüklere imrenirler. “Savaş Haberleri”nde kabuslar gören karakter bunun rüya olduğundan emin şekilde rahatlar fakat yola çıktığında radyodan spikerin savaş haberleri kulağına gelir ve buhranlara tekrar düşer.

Şimdi, İbakorkmaz’ın genel problemi şu: Gereğinden fazla olay anlatıyor, cümleleri cümle doğuruyor yahut anlattığının pek de bir manası olmuyor. Çok fazla mikro öykü okumadığını düşünüyorum, hatta bence hiç okumamış. Öyle olsaydı, Augusto Monterroso’nun “Uyandığında dinozor hala oradaydı” veya  Ernest Hemingway’in “Satılık: Bebek patikleri, az kullanılmış.” cümlelerinden müteşekkil mikro öykülerinden feyz almış olurdu. Bu ustaların sundukları 3-5 kelimelik öykülerin ardındakilerin öyküselliği ve derinliği yanında İbakorkmaz’ınkiler çok kuru kalıyor.

“Kıyı”daki fantastik öğeler güzel, tamam. Gereğinden fazla niçin anlatıyor ama? “Irmak birden tutuşuverdi.” İlk cümleye amenna. Fakat “Görülmüş şey miydi? Bilmiyordu. Umursadığı da söylenemez.” Bunun amacı ne? Gereksizim diye gırtlağını patlatarak bağırıyor. Bırak da o kadarını biz düşünelim. “Nereye kadar giderse oraya kadar yansın diye düşündü.” Daha sonradan bunu engellemeye çalışacak karakterin böyle düşünmesindeki çelişkiye ne demeli? Aslında anlatmaya çalıştığı ve çıkarılacak ana “mesaj” sorumluluk hissiyatı. Bunu kotarmaya çabalamış, ama çok başarısız bir şekilde. Karakter, sorumluluğu düşünürken “ırmak yanıyordu. Onu nasıl unutmuştu ki. Koşarak alevlerin peşine düştü.” Ya yapma gözünü seveyim ya. Yapma.

“Mat” ise İbakorkmaz’ın bu dörtlü arasındaki en kötü hikayesi. Hiçbir şey anlatmıyor. Hiç. Bir satranç sahnesinin bizim için gram önemi yoktur. Orada karakter ile, başka bir olay ile bağlantı kuracak minicik bir tümce olsaydı bu çok güzel bir hikaye olabilirdi, ama yekpare bir sözcük dahi yok. Yok oğlu yok. Peki ben soruyorum, bize bunu neden anlattı zat-ı şahaneleri?

“Vitrin” aslında ilk ikisine göre daha iyi bir öykü. Hediye alacak kimseleri olmayan fahişelerin kendi kendilerine “hediye” almaları dokunaklı bir olay. Fakat, bunu açıklayarak (hatta önü açılsaydı belki açımlayarak) anlatmak öykü değerini çok düşürüyor. “O yüzüklerden birini alabilmek için fazla mesai yapmaları gerekecekti. Geceleri biraz daha uzayacaktı besbelli. Belki yüzlerini kaplayan derin keder bundandı. Ne bir eş, ne bir sevgili öpücüklerle birlikte yorgun boyunlarına hediye takacaktı sevgiyle.” İlk cümle yerinde. Son cümledeki ana fikri de iki-üç kelimelik bir vagonla o cümleye iliştirebilirdi. O zaman çok güzel olurdu. Fakat böyle, sakız gibi uzatması, Mithatvari açıklaması hiç olmamış.

“Savaş Haberleri” aralarındaki en iyi öykü. Demin bahsettiğim açıklama cömertliğini biraz bu öyküde kırabilmiş. Hatta eleştiri yapmak istemiyorum, “vicdanım parazit yapıyor”. Gayet her şey yerindeydi. Keşke diğerleri de böyle yazılmış olsaydı.

Adım Athos, yakalaros, öperos.

Filika’yla Semaver’de cümbüş var

KALEMYA EDEBİYAT MAHKEMESİ

DAVACI: Athos

DAVALI: Mert Öztürk

EDEBİYAT ADINA

K A R A R

                Davacı Athos tarafından davalı Mert Öztürk aleyhine açılan davanın yapılan kapalı yargılaması sonunda;

Mert Öztürk’ün “Kırmızı Gergedan” adlı öyküyü aynı ayda çıkmış bulunan iki farklı dergiye gönderdiği tespit edilmiştir (Bah bah bah). Bu çocuğun (büyük olamaz ya)  işlediği cürmün ispatına gelince, Öykü Teknesi’nin 29. sayısıyla birlikte verilen “Filika Kısa Öykü Dergisi” sayı 11 ile edebiyat camiasına henüz ayak basmış ve 2. sayısını çıkartmış tecrübesiz Semaver Öykü’dür.

Şimdi, bunun için iki alternatif teori vardır. Birincisi, Mert Öztürk büyük bir bilinçsizliğe imza atarak öykülerini yazar yazmaz, heyecanla birçok dergiye göndermektedir ve editoryal zamansallığı önemsememektedir. İkincisi, göndermiş olduğu öyküye yanıt “saygıdeğer” dergi editörleri tarafından uzun süre verilmeyince o da başka dergilere göndermiştir. Bu düşük bir ihtimal çünkü Semaver Öykü daha yeni çıkan bir dergi, ama hadi Öztürk’ün şevkini kırmamak için daha fazla kurcalamayayım. Fakat böyle güzel bir öyküyü büyük bir denyolukla gölgelemiş, onu da es geçemem.

Asıl problem Filika’nın editörü Filiz Bilgin ile Semaver Öykü’nün editörü olan Deniz Dengiz Şimşek’te. Donanımlı insanlar fakat kendileri belki de Öztürk’ün yazdığı maile yanıt bile vermediler, bizim edebiyat dünyasının baş adamları (hadi insan diyelim) böyle şeyler yapıyorlar, o yüzden emin olamıyorum. Ama bir edebiyat okuru olarak böyle saçmalıklara bizi bulaştırdıkları için iki dergiyi de Mert Öztürk’ü de kınıyorum.

“Kırmızı Gergedan” adlı öyküde “yazar”ın dediği gibi, “Ne biçim bir dünyada yaşıyoruz”

HÜKÜM : Yazılı gerekçe ile,

1) Bu hatanın nedeninin okurlara bir sonraki sayıda açıklanması istemine (malum ya, editörlerimiz giriş yazılarında çok seviyorlar mesaj vermeyi)

2) Her ne sebeple ve kim tarafından olursa olsun tüm okurlardan -sorumlu ve sorunlu kişi/ler tarafından- özür dilenmesine,

karar verdim gitti.

Adım Athos, yakalaros, öperos